Normal üstben ana babadan yalnızca birini, özdeşleşme nesnesi olanı kapsayabilir. Bunalımdaki bireyin üstbeni, idealleştirilmiş ana babanın her ikisinin de içe yansıtılmasının sonucudur.
Annie Reich, gerçekliğin kabulü üzerinden temellenen üstbeni, “şu ya da bu biçimde, benin ve aynı zamanda ebeveynin sınırlarının yadsınmasına tutunma ve idealleştirilmiş ana ya da babayla özdeşleşerek çocuksu tümgüçlülüğü yeniden bulma arzusuna dayanan” ben idealinden ayırt eder. Megalomanik bir ben ideali, zayıf bir ben ve yeterince gelişmemiş bir üstbenle ilişkilidir. Erken ilişkilerdeki bir bozukluktan kaynaklanır. Libido nesnelere ancak yetersiz bir biçimde bağlanır ve ben idealine yatırım yapar. Ben ideali kökeninde ilkel anneyle bir özdeşleşmedir ama sonradan, hadım edilme korkusunun yadsınması amacıyla babanın penisine yansıtılabilir. Söz konusu olan bu idealleştirilmiş penisle bütünleşmektir.
Jones (1927) içselleştirilmiş yasakların bilinçdışı bölümünü üstbene mal ederken bilinçli ve daha şefkatli bölümün ben idealini oluşturduğunu düşünür.
Nunberg (1932) ben idealini, “içgüdüsel bir doyumdan sevilen nesneyi yitirme korkusuyla vazgeçişin” bir sonucu olarak görür. “Ben bu nesneyi soğurur ve ona libidinal yatırım yapar; nesne benin bir parçası haline gelir. Onu üstbenden ayırt etmek için ben ideali olarak adlandırıyoruz. İnsan, idealine duyduğu sevgi nedeniyle onun gereklerine boyun eğer. Ben, üstbene cezalandırılma korkusu nedeniyle boyun eğerken, ben idealine sevgi nedeniyle tabi olur… Ben ideali, sevilen nesnelerin bendeki imgesidir, üstben ise nefret edilen ve korkulan nesnelerin… Ben idealinin daha çok anneye ilişkin libido, üstbenin ise babaya ilişkin libido içerdiğine kuşku yoktur.”
Eğer sanat yapıtının (ya da nüktenin) çekiciliği, en azından kısmen, aksi halde bastırma için kullanılacak olan enerjinin tasarrufunda yatıyorsa, yüceltmenin değil de idealleştirmenin sonucu olan “sahte” yapıt, çoğu zaman gerçek yapıtın yarattığından daha şiddetli bir hayranlık uyandırdığına göre, bize ne tür bir tasarruf sağlıyor olabilir? Bence sahte yapıt, kendi içe yansıtma çatışmalarımızın, kendi evrimimizin (yaşımız kaç, yapımız nasıl olursa olsun hiçbir zaman tamamlanmaz ve hep boşluklar içerir) üstünden atlayabileceğimiz, onlardan kaçınabileceğimiz (el çabukluğuyla) ve narsistik tamlık duygusunu –benimizle idealimiz arasındaki mesafenin ortadan kalkmasını- en düşük bedeli ödeyerek elde edebileceğimiz yanılsamasını bize sunar.
Böylece “sahte” hayranı, çatışma boyutunun dışında, sonsuza dek ve hadım edilmenin dışarı atıldığı bir dünyada bir fallus edinme olanağıyla karşılaşmış olur. Anal fallus hadım edilemez çünkü her zaman yenilenebilir; tanım gereği, hem ölü (bilinçdışı için hadım edilme ve yaşam birbirinden ayrılamaz, tıpkı ölüm ve makatsallığın birbirinden ayrılamaz oluşu gibi) hem de ebedi olabilen, yok edilmesi olanaksız tek penistir.
Cinsel doyum temelinde bir araya gelen iki kişi, yalnızlık arayışlarıyla, sürü içgüdüsüne, grup olma duygusuna karşı canlı bir kanıt sunarlar. Ne kadar aşıksalar, birbirlerine o kadar yeterlidirler… Yalnızca, şefkat duygusunun, yani aşk ilişkisinin kişisel etkeninin tensel ilişki karşısında tamamen silindiği durumlarda, başkaları önünde sergilenen aşk ilişkileri ya da seks alemlerinde olduğu gibi, bir grup içinde eşzamanlı cinsel edimler mümkün hale gelir. Ama bu noktada, tüm cinsel nesneler eşdeğer görüldüğü için tam anlamıyla aşkın henüz hiçbir rol oynamadığı daha önceki bir cinsel ilişki durumuna doğru yaşanan bir gerileme söz konusudur; durum aşağı yukarı Bernard Shaw’un şu muzır sözüyle ifade ettiği gibidir. “Aşık olmak, bir kadınla başka bir kadın arasındaki farkı ölçüsüzce abartmak demektir”
Aslında, bana öyle geliyor ki farkın bu biçimde abartılması yalnızca Ödipal aşka değil (sevilen anne ya da baba biricik olduğu için), aynı zamanda sevilen anne ya da babanın biricik nesnesi olmadığımız gerçeğinin onarılmasına da atfedilmelidir. İnsanın kendisi narsisist açıdan biricik olduğuna ve nesne için de öyle olmak istediğine göre, aşkta nesne biriciktir. (Zorlanımlı sadakatsizliğin nedenlerinden birinin, bir zamanlar yaşanmış olan Öidipal durumu tersine çevirme arzusu olduğunu düşünüyorum)
Aşk- Freud bir kez daha yineleyecektir- topluluk için dağıtıcı bir güçtür. Bu nedenle tüm totaliter rejimler aşka “bencil”, “mülkiyetçi”, bireyci” olduğu için saldırırlar.
Erkek çocuk için, ben idealinin babaya yansıtılması, ben ideali ile beni ayıran açığı bir ensest fantezisinde kapatma vaadini taşıyorsa da, aynı şey küçük kız için söylenemez; çünkü onun için ensestin gerçekleşmesi, yalnızca birincil nesneyle birleşme yoluyla mümkün olan ilkel bir bütünlük durumuna geri dönüş anlamını önsel olarak taşımamaktadır. Bu ışıkta bakıldığında, kız çocuğu için gerçek bir ensest değeri taşıyabilecek tek şey anne-kız arasındaki ensesttir (sözcüğün kökenbilimsel anlamında). Bu fikir, cinsel birleşme sırasında ana rahmine dönme arzusunun her iki cins için simetrik doyumunu güvence altına almak için, kadının erkeğin penisiyle özdeşleşmesinden söz etmek zorunda kalan Ferenczi’de de örtük olarak vardır. Başlangıçtaki bütünlük durumuna geri dönüşü temsil edebilecek tek şeyin anneyle ensest oluşu, neden baba-kız ensesti seyrek olarak psikozla sonuçlanırken, anne-oğul ensestinin “ruhsal ölüme” yol açtığını anlamamızı sağlayacaktır. Bu “ruhsal ölüm”, benin, anneyle birleşmenin imkânsız oluşunun sağladığı evriminin ortadan kalkmasının sonucudur. Ben ideali ile benin çakışmasının nihayet elde edilmesi, bütünlüğün gerçekleşmesi için gereksiz ve engelleyici hale gelen insanlaşma kazanımlarını silip süpürür ve vahim ben dalgalanmalarıyla sonuçlanır.
Nitekim eğer çocuğun ilkel bütünlük durumunda yaşadığı tam ve bütünsel doyum sürseydi, çocuk yalnızca bu doyumdan hiçbir zaman kopmamakla kalmayacak, aynı zamanda, Freud’un söylediği gibi (1912a), ne düzeyler arasındaki farklılaşmayı yaşayabilecek, ne de ben işlevlerini kazanabilecekti. Benin doğuşunun ve algılama-bilinç sisteminin gelişmesinin çıkış noktası düş kırıklığıdır; ard arda gelen birtakım doyumlardan ve nesnelerden vazgeçmek, bunlar için ikameler bulma ve yer değiştirmeler gerçekleştirme (simgesel etkinliğin ve yüceltmenin kazanılması) gereksiniminin kaynağıdır. Fantezi yaşamı, arzunun işlenmesi, dil, vb. bir doyum beklentisinden doğar. Gelişmenin tüm evreleri kendi özgül katkılarıyla bu kazanımların elde edilmesine yardımcı olur. Çocuğun birincil ayrımlaşmamışlık durumundan çıkışını sağlayan, ona bir iç ve bir dış veren, onu zamana ve mekâna yerleştiren anal evredir. Ensest yasağıyla birlikte Öidipal durum, üçüncü boyutun kazanılmasını pekiştirir.
Doyumun dolaysızlığı bizi nesneyle mutlak bir yakınlık içinde, onun gölgesinde tutar. İlerleyen düş kırıklıkları (zaten sonradan Öidipal bir anlam kazanmaya elverişlidirler) ve üçlü durum nesneyle aramıza mesafe koymamızı sağlar, bize bir perspektif açar. Gerçekliğe giriş, benin ve ikincil sürecin varlığı, ancak arzularımızın tam doyumunun, ancak anneyle birleşmenin bize verebileceği o doyumun yokluğunda mümkündür. Bizi insan haline getiren tüm bu kazanımlara hayat veren şey ortadan kalktığında, hepsi kumdan bir şato gibi dağılıp gidecektir.
Michel Gressot, Marcel Roch’un raporuna (“Üstben: Oidipus Kompleksinin Mirasçısı”) katkısında, enset yasağını şu ifadelerle vurgulamıştır: Gerilemeyi önleyen “kilit oluşum”, “tüm diğer yasakların bağlantı noktası”, “ensest yasağı yoluyla memeden kesmenin güvence altına alınması”.
Öte yandan, ilkel sahne, anneyle genital birleşme umudunun yitirilmesi anlamına gelir. Bu perspektiften bakıldığında, ilkel sahnenin, kişiliksizleşmeyi, yani, “Kişiliksizleşme, Paranoid Evre ve İlkel Sahne”de işaret ettiğim gibi, nesne ilişkilerinin yerlerini ilkel bütünlüğe bırakmak üzere çözüldüğü bir evreye gerilemeyi tetikleyen temel bir etkeni temsil ettiğini anlamak mümkündür. İleride göreceğimiz gibi, insanın yitik tamlık duygusunu kendisine zarar vermeden yeniden bulması, ancak ikame bir nesneyle, aşık olma durumunda mümkündür. Başka bir deyişle, bu tamlık durumuna tam olarak ulaşması yasaktır. Freud, “Cinsel dürtünün bizzat doğasındaki bir şey(in) tam doyumun gerçekleşmesi için elverişli” olmadığını varsayar: Enset engeli nedeniyle “cinsel dürtünün nihai nesnesi kökensel nesne değil, yalnızca onun ikamesi”dir (1912a).
Eğer sözcüğün kökenbilimsel anlamında tek ensest anneyle ensest ise, kız çocuğun doyurulması mümkün olmayan bir eşcinsellik yaşıyor olması gerekir. Cinsiyet farklılığı kız çocuğu babaya doğru iter ve –benimsemiş olduğumuz perspektife bağlı kalırsak, her ne kadar erotizmi, birincil narsisistik bütünlük içinde ben ideali ile ben arasındaki mesafeyi yok etme arzusunun tersine yöneliyorsa da- kız çocuğunun, babaya yönelen erotik arzusu ile anneyle ilkel bütünlüğü yeniden yakalama arzusunu bir biçimde uzlaştırmasını sağlayan bir çıkış yolu vardır: Annelik. Anne, çocukken kendi annesiyle yaşadığı bütünlüğü, kuşkusuz çok daha evrimleşmiş bir biçimde kendi çocukluğuyla yeniden yaşayabilir. Apaçık nedenlerle, kız çocuğunun arzusunu geleceğe yansıtmaya itildiğini görüyoruz. Böylece, kendisine, anne olarak anne olma ve babasından çocuk yapıp onun karısı olarak anne olma projesini içeren bir ben ideali oluşturmaya itilmektedir. Çocuk sahibi olma arzusunun penis hasedinden önce gelen çok erken bir arzu olduğunu düşünüyorum. (Erkek çocuğun çocuk sahibi olma arzusunu burada ele almıyorum.) Bununla birlikte, Mack-Brunswick’e göre bu arzunun tek kökeni tümgüçlü annenin sahip olduğu en önemli şeyi ele geçirmek iken, ben bu arzunun aslında birincil anne-çocuk birliğini yeniden kurma arzusunu içerdiğine inanıyorum. Yine bu perspektiften bakıldığında, erkek çocuğun cinsiyet ve kuşak farklılıkları konusundaki –kendisini annesinin eşi olarak görmesini sağlayan- sapkın yadsımasının kız çocuktaki karşılığı, çocuk yapmak için bir baba gerektiğinin yadsınmasıdır (yani birincil narsisizm kaybından Oidipus’a kadar uzanan tüm bir evrim sürecinin yadsınması) çünkü simgesel bir biçim ya da fantezi dışında, hemen şimdi bir bebek yapma yetisinin olduğuna –hezeyan geçirmedikçe- inanması zordur; ve daha önce anımsattığımız gibi simgesel etkinlik ve fantezi etkinliği, tam da arzuların derhal ya da varsanı yoluyla doyurulmasından vazgeçme zorunluluğuyla bağlantılıdır. (Nitekim, erkek müdehalesi olmaksızın çocuk sahibi olmak, S.C.U.M. – Society for Cuttin Up Men, Erkekleri Doğrama Cemiyeti-programında yer alır: “Türün yeniden üretimi, teknik olarak erkek katkısı olmadan mümkündür. Kadınlar bundan böyle yalnızca kadınları yeniden üretme imkânına sahiptirler”) (Valerie Solonas, 1967).
Matruşka bebek icadının, küçük kızın Oidipus’la sonuçlanan tüm bir evrimin üzerinden atlayarak hemen hamile küçük bir kız doğurabileceği vb. fantezisinin bir ifadesi olduğuna kuşku yoktur. Alain Besançon “Kurban Edilen Çareviç” adlı yapıtında (1967) Rus halkının anne figürüyle ilişkisini yetkin bir biçimde betimlemiştir. Besançon’un betimlediği bu ilişkiyle bir ilgisi olduğu görülen bu tümgüçlü anne fantezisi ve aynı zamanda baba ilkesinin dışlanması düşünüldüğünde, Rusya’da matruşka imalatının popüler olması kuşkusuz bir tesadüf değildir.
Yine de, erkek çocuk nasıl –gerçekleşen ensest vakaları dışında- hiçbir zaman anneyle birincil bütünlüğü yeniden yakalayamıyorsa, kendisi anne olan kız çocuğun anneyle özdeşleşmesinin de hiçbir zaman kökene gerçek bir dönüşle aynı şey olmadığını gözden kaçırmamak gerekir. Öncelikle, çünkü bir kez kazanılmış olan hiçbir zaman tamamen yitirilmez (en derin gerilemenin pençesinde oldukları zaman bile, psikotiklerde, kazanımların budanmış, genellikle tanınmaz hale gelmiş ama yine de dokunaklı bir biçimde varlıklarını sürdüren kalıntılarını saptayabiliriz), çünkü gebelik ve annelik kadında gerilemeye yol açsa da, bu gerileme çok önemli Oidipal tortuları içinde taşır, çünkü en gelişmiş arzular da aynı biçimde annelikte doyurulur (aksi halde, kadınlar örneğin erkek çocuk sahibi olmayı dilemezlerdi) Üstelik, ensest engeli annenin Oidipus’a karşı yanıtında da rol oynar: Kendi bedeninden çıkan varlığı yeniden içine alması yasaktır.
Freud’un “Kurt Adam” (1918) vakasında saptadığı gibi, bazı “yatırım sadakati” görüngüleri bu açıdan bakılarak anlaşılabilir (Freud, 1937, “Sonlandırılabilir Analiz ve Sonlanmayan Analiz”). Freud, Kurt Adam konusunda şöyle der: “Vazgeçtiğinde yitirebileceklerinin kaygısı ve bir sonraki konumda tam olarak doyurucu bir ikame bulamama korkusuyla bir zamanlar yerleşmiş olduğu her libido konumunu inatla savunuyordu. Bu, Cinsellik Kuramı Üzerine Üç Deneme başlıklı çalışmamda saplantıya yatkınlık olarak betimlediğim önemli ve temel bir özelliktir.” Gelişmenin yeni bir aşaması için başka bir gelişme aşamasından vazgeçmek konusunda yaşanan bu güçlük, bu libidinal atalet, en azından kısmen, çocuğun (müstakbel Kurt Adam’ın), kendi evrimine (ben idealinin “kendi önüne” yansıtılması bu evrimde önemli bir rol oynar) olduğu gibi yatırım yapmasını önleyen ilk engellerle bağlantılı görülemez mi? Her yeni kazanıma, daima, bir önceki aşamanın nesnesinin ve “var olma biçiminin” kaybı (en azından kısmi olarak) fiilen eşlik eder ve dolayısıyla her yeni kazanım biraz yas içerir. (Örneğin, süt emmekten vazgeçmek, meme ve oral-narsisistik bir işleyiş tarzı için yas tutmayı içerir.) Eğer yeni kazanım vazgeçilmesi gereken kazanımı telafi etmeyi başaramıyorsa (örneğin, eğer kendi kendine beslenmeyi becermeye belli bir değer atfedilmediyse), ilerlemek nasıl mümkün olur? Tuvalet terbiyesinin katı kuralları öne sürüldüğü sırada, anal etkinliğin iktidarı (buna bağlı hâkimiyet ve gururla birlikte) edilgen anal doyumlardan vazgeçişi izlemiyorsa, ne yapılmalıdır? Burada, J. Ve E. Kestemberg’in (1965) inceledikleri “işleyiş hazzı”na ilişkin sorunlara değinmiş oluyoruz. Dolayısıyla, eğer çocuğun ilerleme göstermesi bekleniyorsa, Grunberger’in göndermede bulunduğu narsisistik onay bilinçli bir biçimde sağlanmalıdır; onay yeterli değilse, ben herhangi bir tutarlılık kazanamaz. (Annenin bir “bütün” olarak çocuğuna narsisistik yatırımı, ona gösterdiği bakım ve okşamalarla ilişkilidir; bu yolla çocuğun bedensel benini ve ruhsal benini birleştirmiş ve çocuğun çeşitli işlevlerine değer yüklemiş olur. Bazı memelilerde, yavru annesi tarafından yalanmadığı zaman ölür. Anne yavrusunun genital organlarını yalamayı unutursa, yavru işeyemez.) Eğer narsisistik onay aşırıya kaçarsa, sapkınlık durumunda gördüğümüz gibi, ben idealinin genital babaya yatırılmasını önleyerek gelişmenin sapması sonucuna yol açabilir. Aslında bu düzeyde, cinsel baştan çıkarma narsisitik onaya eşlik eder. Bu durumda çocuk, Freud’un söz ettiği “erotik oyuncağın” mükemmel bir örneğidir (1912a), çünkü çocuğun o denli açlık duyduğu narsisistik onayı cinsel baştan çıkarmanın ta kendisi oluşturmaktadır: Annesi için uygun bir eştir ve dolayısıyla kendi ben idealiyle uyumludur. Sapkın saplantıya yol açan şey, tam da bu ikisinin aşırı bütünsel biçimde ve çok erken karşılaşmasıdır. Annenin rolü gerçekten de çok hassastır ve çok fazla ile çok arasında salınma riski taşır. Narsisistik ve dürtüsel doyumlar benle bağdaşmış durumdaysa, özsaygıyı arttırarak (Freud’un Narsizm Üzerine’de gösterdiği gibi) ben ile ideal arasındaki açığı azaltırlar; ben idealinin megalomosinin bir kısmını alırlar ve uç durumda megalomaninin erken tükenişine yol açabilir ya da –her durumda- megalomanininin “motor” gücünün tükenmesine neden olurlar. Tersine, çok büyük düş kırıklıkları, ben idealine ilkel bir nitelik ve gerileme eğilimi kazandırır. Yaşamın başlangıcında narsisistik doyum yoksunluğu, dürtülerin vaktinden önce genitalleşmesine yol açabilir (bkz. Melanie Klein’ın etkinleşme kuramı). Bu durumda, çocuğun narsisizmi dürtüsel akımdan kopuk kalır ve abartılı bir ben idealine yatırım yapar.
Fain ve Marty (1959), belli bir basıncın zorunluluğundan şöyle söz ederler: “Nesnenin, ben idealinin basıncı, öznenin edilgen ve alıcı arzularını giderirken onu ilerici bir anlamda yönlendirme eğilimini taşıyan basınç.”
Freud Narsizm Üzerine’de şu saptamayı yapar: “Benin gelişmesi birincil narsizmden uzaklaşmaya dayanır ve bu evrenin yeniden kazanılmasına yönelik şiddetli bir çabaya yol açar. Bu uzaklaşma, libidonun dışarıdan dayatılan bir ben idealine doğru yer değiştirmesi sayesinde gelişir”
Bu ideale ulaşmaktaki başarısızlığın ve ulaşma girişimi sırasında öznenin karşısına çıkan engellerin (özellikle de Oidipal evredeki “ensest engeli”), “narsisistik geri dönüşün” daha arkaik bir biçimine doğru, hatta başlangıçtaki içsel ve dışsal algıları birbirinden ayırt etme yokluğunun yeniden kendini gösterdiği psikotik megalomaniye doğru bir gerilemeye yol açabileceği tahmin edilebilir. Aslında ben idealinin özgünlüğü, mutlak narsisizm ile nesne ilişkisi, haz ilkesi ile gerçeklik ilkesi arasında halka işlevi gören bir kavram olmasıdır çünkü ben idealinin kendisi de benin nesneden ayrılığının bir ürünüdür. (Ben ideali “benin gelişmesindeki bir düzeydir (Freud, 1921a))
Freud, ben idealini adlandırmasından kısa bir süre önce, Totem ve Tabu’da (1912-13) ilkel animistin düşüncelerin tümgüçlülüğüne dayanan büyü tekniğini anlatırken, ben idealinin özel statüsünü ortaya koymuştur. Bilindiği gibi, insanın evrenle ilgili görüşlerinin evriminde –animist, dinsel ve bilimsel olmak üzere- üç aşama ayırt eder ve bu çerçevede düşüncelerin tümgüçlülüğünün kaderini şöyle takip eder: “Animist aşamada insan tümgüçlülüğü kendisine atfeder, dinsel aşamada onu tanrılara bırakır, yine de ondan vazgeçmiş değildir çünkü tanrıları kendi arzularına uygun bir biçimde davranmaları konusunda etkileme gücünü kendisine saklar. Bilimsel dünya anlayışında, önemsizliğini kabullenmiş ve ölüme boyun eğmiş olan insanın tümgüçlülüğüne artık yer yoktur.”
Freud animist aşamayı narsisizmle, dinsel aşamayı nesne ilişkilerinin gelişmesi sonucu narsisizmin ebeveyne yansıtıldığı dönemle, bilimsel aşamayı ise bireyin gerçekliğin gereklerine uyum sağladığı erişkinlik evresiyle karşılaştırır (“modern yaşamda” animizmin kalıntılarını saptadığı için, bu son aşamaya tam olarak erişme olanağı konusunda kuşkucu görünmekle birlikte) Freud, “ayırt edici niteliği, çocuğun ebeveynine bağlılığı olan nesne seçimi evresine tekabül eden” aşamanın dinsel aşama olduğunu söyler. Dolayısıyla, çocuksu narsisizmin ebeveyne yansıtılması (ben idealini oluşturan etken), birincil megalomaniden nesne lehine vazgeçilmesi söz konusu olduğuna göre, bir gerçeklik duygusunun ve nesne ilişkisinin kazanılmasına yönelik bir adım olarak görülebilir. Ben idealinin oluşumu aynı zamanda gerçeklik ilkesine de uygundur çünkü doyuma ulaşmak için en kısa boşalma yolu seçilmez (haz ilkesine göre seçilmesi beklenirdi) Ben idealinin bir proje fikri içerdiğini pek çok kez vurguladım. Fain ve Marty (1959) daha da somut bir biçimde, bir umuttan söz ederler. Proje ve umut-gerçeklik ilkesine uygun bir zihinsel işleyiş biçiminin ayırt edici nitelikleri olan- ertelemeyi, dolaylılığı ve geçiciliği içerir. Bir araya gelince, gelişme düşüncesini, evrim düşüncesi çağrıştırırlar. Aslında, çocuğu, ben idealini art arda daha evrimleşmiş modellere yansıtmaya yöneltme görevi- en azından yaşamın ilk evrelerinde- esas olarak anneye düşer. Dozu dikkatli bir biçimde ayarlanmış düş kırıklıkları ve ödüller, çocuğu, bazı işlevlerin kazanılmasına ve belirli bir “varoluş biçimine” bağlı birtakım doyumlardan, yenilerini edinmek üzere vazgeçmeye itmelidir. Gelişmesinin her evresi, çocuğun geri dönmeye özenmemesi için yeterli ödülü, ama aynı zamanda bu evrede durmaya (saplanıp kalmaya) özenmemesi için yeterli düş kırıklığını, kısacası, çocuğun gelişme basamaklarını tırmanmaya devam etmesini sağlayacak olan umudun korunmasını sağlamalıdır.
İdealleştirme, “narsisistik görüngülerin bir sonucu olmaktan çok, onların kökeninde” yer alan bir savunma mekanizmasıdır. Jean Begoin’in, Kleincı idealleştirme kavramı ile ölüm içgüdüsü arasındaki bağlar üzerinde dururken çıkardığı sonuçlara katılıyorum: “Freud’un izinden giderek, ölüm içgüdüsünün hizmetindeki benin, içsel ölüm dürtülerinin temsil ettiği tehdidi kısmen dışarı yansıttığını düşünür. Acil bir idealleştirme gereksinimine ve bir yerlerde tüm gereksinimleri karşılayabilecek bir şeyin varolduğu fantezisine yol açan şiddetli zulmedici kaygının kendini hemen göstermesi bundan kaynaklanır. İdealleştirme gereksinimi, ölüm içgüdüsünün varlığını yâdsıma gereksinimidir.”
Çok sayıda vakada çarpıcı bir klinik gerçeklik taşıyan Kleincı idealleştirme betimlemeleri, birincil kopuştan doğan ben idealinin oluşum kökenini ve benin gelişmesinin özneden koparıp götürdüğü mükemmelliği koruma işlevini-Melanie Klein’ın kuramında birincil narsisizmin yokluğu nedeniyle-gözden kaçırmaktadır.
İnsanın olgunlaşmadan doğması olgusuna ve bunun sonuçlarına temel bir önem atfettim: Dikkatle okunduğunda, Freud’un yapıtında merkezi bir yer tuttuğu görülen Hilflosigkeit. Birincil bütünlük kaybı –bunun üzerinde ısrarla durdum- hem nesnenin, ben olmayanın tanınmasına, hem de bu durumda benin kopmuş olduğu idealin oluşmasına yol açar. Bende açılan bu keskin yara ancak birincil nesneyle bütünlük durumuna bir geri dönüşle kapanabilir. Bu umut, genital birleşme yoluyla anne bedenine dönüş anlamına gelen ensest arzusuna aktarılacaktır. Küçük adamın genital yetersizliği, arzusunu derhal gerçekleştirmesini yasaklar. Ensest ancak anneyle birleşme fantezisini geleceğe yansıtarak mümkün olabilir. Çocuk bundan böyle, babayı annenin nesnesi yapanın ne olduğunu keşfetmeye ve genital babayı ideali haline getirmeye yönelecektir. Dolayısıyla, bizi ileri iten, kendi kendimizin ideali olduğumuz o kutsal zamana yeniden kavuşma arzusudur. Her zaman kayıp zamanın peşindeyiz- aslında birincil bütünlük durumu parçalandığı an yitirilen zamanın. O anla, ensestin gerçekleşeceğinin varsayıldığı ileri yansıtılmış an arasında, insanın tüm bir psikoseksüel evrimi yer alır. Sapkının ve benzer kişilik yapılarındakilerin çözümü, evrimi el çabukluğuyla yok etmektir. Tüm aşamaları bütünleştiği zaman, evrim doyurucu bir süreç olarak, yani ben ile ideal arasında asgari gerilime yol açan bir evrim olarak yaşanır; ensest projesi, genital öncesi aşamaların bütünleşmesi sayesinde (bastırılması değil) mümkün hale gelen tamamlanmış bir genital kapasitenin kazanılmasını içerir. Görünürde benin ne kadar erişkin bir kişiliği olursa olsun, şu ya da bu gelişme aşamasının el çabukluğuyla yok edilmiş olması, aldatıcı görünüşler karşısında üstbenin ihlal karşısında olduğu kadar uyanık olan ben idealinin gözünden kaçmaz. Ensest arzusunun gerçekleşmesi yoluyla birincil nesneyle bütünleşme fantezisiyle ben ile idealin yeniden buluşma fantezisi iç içe geçtiğini düşünüyorum (paraphrase)
İdeoloji her zaman birincil bütünlük durumuna dönüşle bağlantılı bir narsisistik üstlenme fantezisi içerir, çatışma ve hadım edilmeyi tek hamlede dışlar; dolayısıyla yanılsama alanında iş görür. Bence bu ideolojik gruplarda önder, babanın temsilcisi değildir (çünkü bu gruplar aslında Oidipus’un ve baba evreninin kökten yok edilmesini hedefler); daha çok sapkının annesinin bir benzeridir. Tıpkı onun, buluğa girmemiş olan oğlunu, babasının yerini almak için ne büyümeye ne de olgunlaşmaya gereksinimi olduğuna inandırma ve dolayısıyla çatışma ve hadım edilmeyle yüzleşmesini engellemesi gibi, önder de kalabalığı, yeniden bulunan bir tamlık duygusu içinde mutlak mutluluğa, “bütün insan”ın mutluluğuna erişmenin mümkün olduğu yanılsamasıyla oyalar; orada tüm gereksinimler karşılanacaktır, “uyum dünyası” egemen olacaktır, doyuma ulaşan insanlık artık rüya görmeyecektir. (Paul Nizan, Aden Arabie’de “İnsanlar tam ve özgür olduklarında, artık geceleri rüya görmeyecekler,” der.)
Benimsemiş olduğum perspektiften bakıldığında, bana öyle geliyor ki fallik cinsel tekçilik kuramı erişkin ideolojilerinin çocuksu prototipidir. Bu kuram, küçük erkeğe, cinsiyet farkının ve buna bağlı olarak kuşak farkının alındırılması yoluyla evrimden tasarruf edilebileceği yanılgısını koruma olanağı sağlar.
Babasının annesini ve kendisini terk etmiş olduğu da düşünülecek olursa, Marie’nin belki birincil değil, ama temel bir narsisistik yarası vardır. Baba bir başka kadınla yaşamaktadır ve ondan evlilik dışı çocukları vardır. Marie’nin aynasında, günlüğünde, çalışmalarında, benzerlerinde –o kadar çok kopyada- aradığı şeyin, babası tarafından reddedilmesinin sonuçlarının bunlar tarafından onarılması olduğu düşünülebilir. Kendisiyle evlenmek isteyen tüm erkekleri reddetmesine ve içlerinden birine, yazgının ironisi, başka bir kadından sahip olduğu evlilik dışı çocuğu kabul etmesini isteyen bir erkeğe bağlanmasına yol açan da bu reddedilişin kendisidir; bunu yapma kararını veremez çünkü o sırada yaşadığı acıları kendi ailesinin tarihine bağlamayı başaramaz. Sonunda kendisiyle ilgilenmeyen ve başka birini seçecek olan bir erkeğe umutsuzca âşık olur. O sırada şunları yazar: “Mutlaka, mutlaka evlenmeliyim ki ona aldırmadığımı görsün ve özellikle de muhteşem bir biçimde evlenmeliyim…” “Ya sarsıcı bir intikam gerekiyor ya da ölmek.”
Penis hasedi, annede bulunmayan organa duyulan aşırı isteğin sonucu olsa da, ben ile ideal arasında güçlü bir gerilimin bulunduğu durumlarda, penis hasedinin, fobidekine benzer bir biçimde, belirsizliğiyle, sürekliliğiyle ve yaygınlığıyla işkence eden bir acıya bir odak sağlama girişimi olarak kavranabileceği de doğrudur. Olmak simgelenemediği için, simge bizi zorunlu olarak sahip olmanın alanına soksa da, söz konusu olan, sahip olmakla değil olmakla ilgili bir acıdır.
Bu çalışmamda Freud’un ben idealiyle ilgili bazı tanımlamaları üzerinde durdum: Büyüme arzusu, idealin öznenin “önüne” yansıtılması; bunlar beni, ben idealine, bu durumda geleceğe dair bir vaar, Michel Fain ve Pierre Marty’nin ifadelerini kullanacak olursak, ben idealini umuda yaklaştıran bir vaat anlamını yüklemeye götürdü. Depresyona özgü duygu, ben ile idealin birleşmesi projesinin neredeyse tamamen terk edildiğinin işareti olan beklenti yoksunluğu ya da umutsuzluktur.
Bunalımdaki kişinin ben ideali “Kişileştirilmiş üstbenin narsisitik bir ürünüdür…özneye dışarıdan dayatılmış”tır. Çoğunlukla, bunalımdaki kişiye önerilmiş olan ben ideali, vakitsiz ölmüş ana ya da babadır. Hayatta kalan diğeri, ölümle ilgili kendi çatışmaları nedeniyle öleni her türlü mükemmel özellikle donatmış ve ulaşılmaz bir model olarak çocuğa sunmuştur.
Depresyonda, yitirilmiş çiftdeğerli nesne bene dahil edilmiştir ve üstben “dışarıdan dayatılmış” ben idealiyle ittifak halinde bene yüklenmektedir. Bu durumda, bana öyle geliyor ki kişisel bir ben ideali için yer yoktur.
Ahlaki ideallerini sergileyenlerin dürtülerin alanında söyledikleri şeydir; bu sergilemenin çoğunlukla şüphe çekici olduğunu biliyoruz. Ferenzci, büyük idealistlerin özel yaşamının ve kişisel ilişkilerinin çoğunlukla kaba bir hoyratlığın damgasını taşımasına şaşırmamak gerektiğini, idealizmin tam da yüceltilmemiş sadistik dürtüleri maskelediğini söylüyor.
Din, ölümünden başlayarak totem biçimi altında tapılan ölmüş babaya saygıyı ifade eder ve aynı zamanda, totem yemeği ayininin tekrarlanmasıyla, babaya karşı kazanılan zaferin anısını korur. Bu durumda, ahlakın ve dinin biricik kaynağı, ölmüş babaya yönelik şefkat ve pişmanlıktır.
Makine modeline göre işleyen insan, “arzu eden makine” bile olamaz –çünkü arzu süreç, evrim ve farklılıklar anlamına gelir-,ancak boşa dönen ve Tinguely’nin bazı yaratıkları gibi kendi kendini yok eden bir makine olabilir. Böylece karşı-Oidipus ancak ölümle sonuçlanabilir.
Dolayısıyla, fantezi etkinliği, içeriğinden bile bağımsız olarak, çocuğun, düş kırıklığını ve güçsüzlüğünü düşüncesinin tümgüçlülüğüyle aşmaya çalıştığı bir dünyaya dalışı anlamına gelir. Özneyi gerçekliğe iten erişkin ben idealiyle karşılaştırıldığında, gerilemeci, gülünç ve temel bir narsisistik yarayı anımsattığı için utanç verici olduğuna göre, özel bir statüye sahip gibi görünmektedir; aynı zamanda, doğuşuna yol açan eksiklikleri taşıdığı içeriklerle telafi edebilmektedir. Aynı metinde, “Fanteziye itkisini sağlayan arzular… ya kişiliği yükseltmeye yarayan ihtiras arzularıdır ya da erotik arzular” der Freud, ve bu iki tür arzunun çoğunlukla bir arada varolduğunu ekler: İhtiras fantezilerinin ardında “düş kuran kişinin, uğruna tüm zaferleri kazandığı kadını” sık sık ve kolaylıkla saptayabiliriz.
Bugün narsisistik olarak adlandırdığımız fantezilerin erotik fantezilerle bu kadar yaygın biçimde bir arada varolmaları, çocuksu megalomaninin ilkel sahne tarafından maruz bırakıldığı erken ve derin sarsıntıyı onarma girişimiyle ilişkilidir.
Ek olarak, “Tanrı Kimdir?” sorusuna geri dönecek olursak, narsisizmi nesneye yansıtmayı, yani kendine bir ben ideali oluşturmayı amaçlayan bir girişimin nihai ve kısacası kurtarıcı sonucu olduğunu söyleyebiliriz (Freud mistik paranoyaya doğru gelişmeyi “bir çeşit iyileşme” olarak düşünür). Dinsel paranoyaya doğru evrimin, ancak nesneyle birincil ilişkide bir çatışmasızlık çekirdeğinin varlığından başlayarak ve ben idealinin bu kaynaktan beslenmesiyle mümkün olabileceği düşünülebilir. Eşcinsel nesneyle, bu durumda babayla ilişki ne denli çatışmalı olduysa ve dolayısıyla cinselleştirilmiş olarak kaldıysa, ben ideali o denli soyut ve yüce bir kişiliğe, yani uç noktada Tanrı’nın kendisine yansıtılacaktır. Dolayısıyla –Totem ve Tabu konusunda bu noktaya geri döneceğiz-megalomaninin bir kısmının fantezileşmiş eşcinsel nesne ilişkisi mümkün hale geldiği ölçüde hafifleyeceği düşünülebilir; buna karşılık paranoyanın zulmedici biçiminde, öznenin ben ideali ancak kendisi olabildiği ve böylece özne megalomaninin doruk noktasına eriştiği için, libidonun neredeyse tümüyle bene geri çekilmesi söz konusudur. Bu perspektiften bakıldığında, paranoya mükemmel bir ben ideali hastalığı örneğidir.
Âşık olma durumunda, sevilen nesne bir idealleştirmeye tabi tutulur, “Nesneye, öznenin kendi beni gibi muamele edilir ve narsisitik libidonun belli bir bölümü nesneye aktarılır. Hatta bazı aşk seçimi biçimlerinde, nesnenin, benin kendi kişiliğinde cisimleştirmek isteyip gerçekleştirememiş olduğu bir idealin yerini almaya hizmet ettiği açıkça görülür. Özne, nesneyi kendi beni için dilediği mükemmel özellikleri için sever ve bu dolayımla kendi narsizmini doyurmaya çalışır.”
Freud, her âşık olma durumunda bir tevazu eğilimi, narsisizmin sınırlandırılmasına yönelik bir eğilim olduğunu, ve sevilen kişi karşısında kendini silen benin nesnenin içinde eridiğini, deyim yerindeyse, nesne tarafından yutulduğunu söyler.
Manide ben ile ben ideali tek bir şeydir. Tersine, melankolide yaşanan yıkım, iki düzey arasında uç noktaya varan bir gerilimin ifadesidir.
İlk özdeşleşmelerin genel ve kalıcı etkileri vardır. “Bu bizi ben idealinin oluşumuna götürür çünkü bireyin gerçekleştirdiği ilk ve en önemli özdeşleşme, yani kişisel tarih öncesindeki babayla özdeşleşme bu idealin ardında gizlenir. Bu, her türlü nesne yatırımından önce gelen, ani ve dolaysız birincil özdeşleşmedir. Nesne olarak baba ve anneye yapılan libidinal yatırımlar, bu birincil özdeşleşmeye ikincil bir özdeşleşmenin eklenmesi sonucunu doğuracaktır” Bu ikincil özdeşleşmenin karmaşıklığı, Oidupusun üçgen niteliğinden ve biseksüellikten kaynaklanır.
- Başlangıçta erkek çocuğun nesnesi annenin memesidir. Babaya gelince, erkek çocuk –özdeşleşme yoluyla- onun üzerinde bir güç elde eder. Bu tutumlar bir süre için bir arada varolur, sonra:
- Baba bir rakip haline gelir ve özdeşleşme, babayı aradan çıkarma arzusu nedeniyle bir düşmanlık tonu içermeye başlar; bu tam anlamıyla Oidipus’tur;
- Oidipus’un çöküşü anneyle bir özdeşleşmeye götürebilir; normal durumlarda babayla (pekişmiş) bir özdeşleşme söz konusu olur. Oidipus’un normal çöküşü erkek çocuğun erkeksileşmesiyle sonuçlanır.
Freud üstbeni “idin mirasçısı” ve aynı zamanda, “Oidipusa karşı tepki oluşumu” olarak adlandırır. İdeal benin ya da üstbenin idle ilişkisi, bu oluşumun büyük ölçüde bilinçdışı olmasını açıklar. “Üstben, ben henüz çok zayıfken gerçekleşmiş olan ilk özdeşleşmedir, ayrıca üstben Oidipus kompleksinin mirasçısıdır, yani bene giren en önemli nesneleri o sunmuştur… Üstben, benin bir zamanlarki zayıflık ve bağımlılığının bir anıtıdır ve egemenliğini olgun ben üzerinde de sürdürür.”
Burada suçluluk duygusundan daha şiddetli olan utanç duygusu ise, anma fırsatı bulduğum bazı yazarlara göre, benin üstbenle (suçluluk duygusuna yol açan) değil, ben ideali ile ilişkilerine göndermede bulunur. Freud’a göre, bir etkinliğe ya da aşılmış yatırımlara her geri dönüşe utancın eşlik ettiğini ve gelişme yolunda ilerleyen öznenin, terk edilen tanrıları (gerileme onlarla yeniden karşılaşmasına yol açar) tehlikeli ve itici bulmaya başlarken, deyim yerindeyse yeni tanrılar (yeni idealler) yarattığını da anımsayalım (Totem ve Tabu, 1912-13; “Endişe Verici Yabancılık”, 1919).
Terapiye olumsuz tepkinin, öznenin hastalıktan vazgeçmesini engelleyen üstbenden kaynaklanan suçluluk duygusuyla ilgili olduğu düşünülmektedir. Suçluluk (ve aşağılık) duygusu, ideal ben ya da üstben ile ben arasındaki gerilim durumunu ifade eder.
Melankolide, çok güçlü olan üstben, bireyin tüm sadizmini ele geçirir ve ide karşı yönlendirir; üstben “saf bir ölüm içgüdüsü kültürü” haline gelir. Bu anlayışa göre üstben, dışa yöneltilmeyen ölüm içgüdüsünün bene karşı dönmesini temsil eder. (bkz. Uygarlığın Huzursuzluğu). İnsanın, dış dünyada ne denli az saldırgansa o denli katı bir üstbeni olduğu gerçeği bundan kaynaklanır (bunun nedeni ölüm dürtüsünün yazgısıdır)
Nunberg’e (1932) göre, ideal ben, henüz örgütlenmemiş durumda olan ve kendini idle bütünleşmiş hisseden bene denk düşer. Bu, küçük çocuğun benidir ve bazı katatonik ya da manik nöbetlerde, demansta “ve aynı zamanda, belli bir ölçüde nevrozlarda” da yeniden karşımıza çıkar. “”Anne memesine geri dönüş’ fantezilerinde, birey, beninin bu ideal durumunu gerçekleştirmeye çalışır…” Daniel Lagache’a (1966) göre, ideal beni, ben ideali-üstben sisteminden ayırt etmekte yarar vardır. “Narsisistik bir tümgüçlülük ideali olarak kavranan ideal ben, ben ile idin birleşmesinden ibaret değildir, tümgüçlülüğün yatırıldığı bir başka varlıkla, yani anneyle birincil özdeşleşmeyi barındırır.”
Commenti