top of page

Subscribe to Receive Updates on New Blog Posts

 
 
 

Thanks for submitting!

  • Writer's pictureCeyhun Özsoylu

Winnicott - Oyun ve Gerçeklik (Kitap Notları)

Updated: Dec 26, 2021


Oyun, sözcüğün hiçbir kullanımıyla içeride sayılamaz ("iç" sözcüğünün psikanalitik tartışmalarda çok fazla ve çok çeşitli anlamlarda kullanıldığı maalesef doğrudur). Ama dışarıda da değildir, yani bireyin (ne türlü güçlüklerle, hatta cılarla da olsa) dışsal bir şey olarak görmeye karar verdiği, büyüsel denetimin dışında olan reddedilen dünyanın, ben olmayanın bir parçası değildir. İnsanın dışarıda olanları denetleyebilmesi için düşünmek ya da istemekle kalmayıp bir şeyler yapması gerekir ve bir şeyler yapmak zaman alır. Oyun oynamak yapmaktır.


Öyle hastalar vardır ki bazen gevşemiş bireyin zihinsel durumundan kaynaklanan anlamsızlığı kendileri iletmeden, yani bu anlamsızlığa onlar bir düzen vermeden terapistlerinin bunu fark etmesine ihtiyaç duyarlar. Nasıl düzenlenmiş kaos kaosun inkarı demekse, düzenlenmiş anlamsızlık da çoktan bir savunmaya dönüşmüş demektir. Bu iletiyi alamayan terapist anlamsızlıkta bir düzen bulma yolunda boş bir çabaya girer; bunun sonucunda da hasta anlamsızlığını iletememenin çaresizliğiyle anlamsızlık alanını terk eder. Terapistin anlamsızlığın olduğu yerde bir anlam bulma ihtiyacı yüzünden geveşeme fırsatı kaçırılmıştır. Hasta ortamdan gerekli desteği alamayınca gevşeyememiş, bu da güven duygusunu ortadan kaldırmıştır. Terapist zeki bir analist olmaya, kaosta düzen görmeye çalışarak farkında olmadan mesleki rolünü terk etmiştir.


Doğum gününe "Ölüm günüm" diyordu....Burada bir yorum yaptım: "Bir sürü şey oluyor ve geçip gidiyor. Onlarla birlikte sen de birçok kez ölüyorsun. Ama orada biri olsa, olup bitenleri sana geri verebilecek biri olsa, bu ayrıntılar senin birer parçan olur ve ölmezler." (Buradaki kendilik duygusu, tanımı gereği, birey tarafından gözlemlenip hatırlanmayan; güvenilen ve kendisine duyulan güveni boşa çıkarmayan, bağlılığın şartlarını yerine getiren biri tarafından gözlemlenip geri yansıtılmadıkça kaybedilen bir bütünleşmemişlik durumu nedeniyle ortaya çıkıyor)


"Sanki birileriyle buluşmaya gelmişim de onlar gelmemiş gibi."

Bu noktada, onun bir an önce söylediğini bir an sonra unutmasını, araya zaman girdiğinde ayrıntıların ona hatırlatılması gerektiğini göz önünde bulundurarak kendimi bağlantılar kurarken buldum. Ona söylediklerini hatırlattım; bunu yaparken önce (doğum günü-ölüm günü yüzünden) doğumundan, sonra da benim çeşitli şekillerde onun önemli olmadığını ima eden davranışlarımdan söz etmeyi tercih ettim.

Devam etti: "Bazen öyle bir duyguya kapılıyorum ki doğduğumda..[çöküş]. Keşke olmamış olsaydı! Üstüme üstüme geliyor - depresyon gibi değil."

"Hiç var olmamış olsaydın, daha iyi olacaktı."


Deminden beri aklımdaydı: "OLMAYI istetme bana!"... Burada BEN VARIM olarak Tanrı'dan söz ettim; birey, OLMAYA katlanamadığı zamanlarda işe yarayan bir kavramdır bu.

"İnsanlar Tanrı'yı bir analist gibi, siz oynarken orada bulunacak biri gibi kullanıyorlar" dedi.

Ben, "Kendisi için önemli olduğunuz biri" diyince o da "Ben bunu söyleyemezdim, çünkü emin olamazdım" dedi.

"Bunu söylemem bir şeyleri bozdu mu?" dedim (Çok iyi giden bir seansı berbat ettiğimden korkuyordum)

Ama o "Hayır" dedi. "Siz söyleyince farklı oluyor, çünkü ben sizin için önemliysem... sizi memnun edecek şeyler yapmak isterim...dini bir terbiye almanın kötü yanı da bu işte. İyi kızların canı cehenneme!"

Kendisiyle ilgili bir gözlem olarak şöyle dedi: "Bu da gösteriyor ki iyileşmemeyi istiyorum."


"Leş Rahatlığı" şiirinden yapılan alıntının aslı şöyle:

"Hayır ben artık...

Yorgunlar yorgunu, ağlayamam artık. Belki;

Umarım, gün gelir, seçmem var olmamayı."


İşte bu, hastanın kendisinin yaptığı bir yorumun örneğiydi; seansın başlarında bu yorumu ben yapmış olsaydım, bunu ondan çalmış olabilirdim.

Bugün onun için iyi'nin iyileşmek, yani analizi bitirmek vs. demek olduğunu söyledim.


Hasta ailenin ahlaki kurallarına uyum gösterme anlamında iyi olmaya çalışarak yanlış bir hayat yaşamıştır.

.."Evet, gözlerimi, kulaklarımı, ellerimi birer araç olarak kullanıyorum; hiçbir zman yüzde yüz VAR olmuyorum. Ellerimi serbest bıraksam bir ben bulabilir, bir benle temas kurabilirim... ama yapamıyorum. Saatlerce etrafında dolanmam gerekiyor. Kendimi bırakamıyorum."


İnsanın kendisiyle konuşmasının (tabii bu kendisi dışında biri tarafından geri yansıtılmış bir konuşmanın bakiyesi değilse) geriye nasıl hiçbir şey yansıtmadığını konuştuk.


...Oysa ben onun bulurken ya da başkaları tarafından bulunurken değil ararken var olduğunu söylemeye çalışıyordum.

"Aramayı bırakıp sadece OLMAK isterdim. Evet, aramak ortada bir kendilik olduğunu kanıtlıyor" dedi.


Nihayet kendisini uçağın yerine koyduğu, ardından yere çarpıp parçalandığını hissettiği ana dönme fırsatını bulmuştum. Bir uçak olarak OLABİLİYORDU, ama sonra intihar ediyordu. Bunu hemen kabul etti ve ekledi: "Ama hiç OLMAMAKTANSA olup parçalanmayı tercih ederdim"


.."Evet, anlıyorum, arayıştan yola çıkılarak yapıldığı gibi sorudan da yola çıkılarak bir BEN'in olduğu varsayılabilir."

Temel yorumu yapmıştı artık; söz konusu soru sadece onun yaratıcılığı denebilecek şeyin, gevşemeden sonra bir araya toplanma (ki bu bütünleşmenin karşıtıdır) demek olan yaratıcılığın ürünüydü.


Arayış ancak dağınık, biçimsiz bir işleyişten ya da belki de tarafsız bir bölgedeymişçesine oynanan yarım yamalak bir oyundan kaynaklanabilir. Yaratıcı olarak tanımladığımız şey ancak burada, kişiliğin bu bütünleşmemiş durumunda ortaya çıkabilir. Bu, kişiye geri yansıtıldığı takdirde, ama ancak geri yansıtıldığı takdirde bireyin örgütlü kişiliğinin bir parçası haline gelir; nihayet bu da bireyin var olmasını, bulunmasını sağlar, kişinin bir kendisi olduğunu varsaymasına imkan tanır.


Bu bizde terapi sürecini nasıl yürütmemiz gerektiğini (biçimsiz deneyimlere ve oyunun esasını oluşturan hareket ve duyularla ilgili yaratıcı itkilere imkan tanımamız gerektiğini) gösterir. İnsanın deneyimsel varoluşunun tamamı oyun oynama temeli üzerinde inşa edilir. Orada artık ya içedönük ya da dışadönük olma durumunda değilizdir. Hayatı geçiş olguları alanında, öznellik ile nesnel gözlemin kesiştiği heyecan verici noktada, bireyin iç gerçekliği ile bireylerin dışında kalan ortak gerçeklik arasındaki ara bölgede yaşarız.


Daha önce de belirttiğim gibi, bireyin yaratıcı yaşama kapasitesinin tamamen yok edilemeyeceği ve en aşırı boyun eğme durumunda, sahte bir kişiliğin oluştuğu durumda bile derinlerde bir yerlerde yaratıcı ya da insana özgü olduğu için tatmin edici olan gizli bir hayatın varlığını sürdürdüğü olasılığını göz önünde bulundurmak gerekir. Bu tür bir hayatın tatmin edici olmayışının ölçüsü gizli olması, kişiyi canlı deneyimler yoluyla zenginleştirmemesidir (Winnicott, 1968b)


Diyelim ki en şiddetli durumda gerçek, önemli, kişisel, özgün ve yaratıcı olan ne varsa hepsi gizlenmiştir, var olduklarına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tür aşırı bir durumda olan birey canlı mı ölü mü olduğuna aldırmaz. Bireyde bu durum güçlü bir biçimde yerleştiğinde intihar artık pek önemi olmayan bir şey haline gelir; bireyin kendisi bile neler olmuş olabileceğinin, neyin kaybedilmiş ya da eksik olduğunun farkında değildir (Winnicott, 1960a)


Kişiliğin bölünmüş öteki cinsiyet parçası genellikle belli bir yaşta kalır ya da büyüse bile yavaş yavaş büyür. Buna karşılık kişinin iç ruhsal gerçekliğinin gerçekten yaratıcı yönleri olgunlaşır, birbiriyle ilişki kurar, yaşlanır ve ölürler. Örneğin, kendindeki bölünmüş kızı canlı tutmak için genç kızlara bağımlı olan bir adam zamanla bu amaç için evlilik çağındaki kızları kullanabilecek hale gelebilir. Ama doksanına gelse bile bu amaçla kullandığı kızların yaşı otuzu bulmaz. Ama bir erkek hastadaki (önceki oluşumun katıksız kız ögesini gizleyen) kız, kız özellikleri sergileyebilir, memelerinden gurur duyabilir, penis haseti yaşayabilir, hamile kalabilir, erkek cinsel organlarına sahip olmayabilir, hatta kadının cinsel organlarına sahip olup kadınsı bir cinsel deneyim yaşayabilir.


Buradaki önemli meselelerden biri, bütün bunların psikiyatrik sağlık açısından değerlendirilmesidir. Kızlarla cinsel deneyimler yaşayan adam, bu sırada kendisinden çok kızla özdeşleşiyor olabilir. Bu ona kızın cinselliğini uyandırmak ve onun tatmin etmek için gereken her şeyi yapabilme kapasitesini verir. Bunun bedelini ise erkeğe özgü tatmin hissini pek yaşamayarak ve daime yeni bir kız arama ihtiyacını duyarak öder, ki bu da nesne sürekliliğinin tersidir.


Öteki uçta iktidarsızlık vardır. Bu iki uç arasında çeşitli tür ve düzeyde bağımlılıklarla iç içe geçmiş bir dizi göreli iktidar durumu yer alır. Neyin normal olduğu belli bir zamandaki belli bir toplumsal grubun toplumsal beklentilerine göre değişir. Toplumun ise birçok kadını tatmin etmesi gereken bölünmüş dişil ögeye sahip olan erkeğin bunu yaparken kendisini yok etse bile çok rağbet gördüğü söylenemez mi?


Bu bölünmüş dişil ögenin varlığının fiilen eşcinsel pratiği engellemesi ilginçtir. Örneğin hastam eşcinsellerin tekliflerinden her zaman en kritik anda kaçmıştı çünkü (sonradan fark edip bana anlattığına göre) eşcinselliği uygulamaya geçirmek erkekliğini kanıtlamak demek olurdu ki (kendisindeki bölünmüş dişil öğe yüzünden) bunu hiçbir zaman kesin olarak bilmek istememişti.


(Biseksüelliğin bir gerçek olduğu normal durumda eşcinsel düşüncelerin bu şekilde çatışmaya girmemelerinin neden, büyük ölçüde [ikincil bir mesele olan] anal faktörün cinsel organı ağza alma üzerinde üstünlük kuramamış olmasıdır; ağza alarak birleşme fantezisinde kişinin biyolojik cinsiyeti önemli değildir.)


Tıpkı analistler gibi anneler de iyi olabildikleri gibi yeterince iyi olmayabilirler de; bazıları bebeği ilişki kurmadan kullanmaya taşıyabilirken bazıları taşıyamaz.

Burada tekrar hatırlatmak isterim: Geçiş nesneleri ve olguları kavramının temel özelliği (benim konuyu ele alışım açısından) paradoks ve paradoksun kabul edilmesidir: Bebek nesneyi yaratır, ama nesne zaten orada yaratılmayı ve duygu yatırılmış bir nesne haline gelmeyi beklemektedir. Geçiş olgularının bu yönüne dikkat çekmek için şunu iddia etmiştim: Oyunun kuralı gereği bebeği "bunu sen mi yarattın, yoksa buldun mu?" sorusuna cevap vermeye asla zorlamayacağımızı hepimiz biliriz.


Öznenin bir nesneyi kullanabilmek için nesneleri kullanma kapasitesini geliştirmiş olması gerekir. Bu, gerçeklik ilkesine geçmenin bir parçasıdır. Bu kapasitenin doğuştan geldiği söylenemediği gibi bireyde mutlaka gelişeceği de söylenemez. Bir nesneyi kullanma kapasitesnin gelişimi, olgunlaşma sürecinin özneye belli imkanlar sunan çevreye bağlı bir şey olmasının bir diğer örneğidir.


Silsilenin başında nesne ilişkisinin, sonunda da nesne kullanımının olduğu söylenebilir; ama ikisinin arasında belki de insanın gelişimindeki en zor şey, tedavi edilmesi gereken bütün ilk başarısızlıkların en usandırıcısı bulunur. İlişki kurma ile kullanma arasındaki bu şey, öznenin nesneyi kendi tümgüçlü denetim alanının dışına yerleştirmesidir; yani öznenin nesneyi yansıtma ürünü bir varlık olarak değil dışsal bir olgu olarak, daha doğrusu kendi başına bir varlık olarak algılamasıdır.

Bu değişim (ilişki kurmadan kullanmaya geçiş) öznenin nesneyi yok ettiği anlamına gelir. Bir tatlısu filozofu buradan hareketle uygulamada nesne kullanımı diye bir şey olmadığını iddia edebilir: Eğer nesne dışsalsa o zaman özne tarafından yok ediliyor demektir. Filozof havuzundan çıkıp da hastayla ilgilenmeye tenezzül ederse bir ara konum olduğunu görecektir. Bir başka deyişle, "özne nesneyle ilişki kurar"dan sonra (nesne dışsallaştıkça) "özne nesneyi yok eder"in geldiğini, ondan sonra da "nesne öznenin yok etme çabalarına rağmen hayatta kalır"ın gelebileceğini görecektir. Ama nesne hayatta kalabilir de kalmayabilir de. Böylece nesne ilişkisi kuramı yeni bir özellik kazanmış olur. Özne nesneye "Seni yok ettim" der, ama nesne oradadır ve mesajı alabilmektedir" Bundan sonra özne şöyle der: "Merhaba nesne!" "Seni yok ettim" "Seni seviyorum" "Seni yok etmeme rağmen hayatta kaldığın için benim için değerlisin" "Seni bir yandan severken bir yandan da (bilinçdışı) fantezimde durmadan yok ediyorum" Burada birey için fantezi başlar. Özne hayatta kalmış olan nesneyi artık kullanabilmektedir. Şuna dikkat çekmek gerekir ki öznenin nesneyi yok etmesinin nedeni sadece nesnenin tümgüçlü denetim alanının dışına yerleştirilmiş olması değildir. Bunu tersinden söylemek, yani nesneyi öznenin tümgüçlü denetim alanının dışına yerleştiren şeyin nesnenin yok edilmesi olduğunu belirtmek de aynı ölçüde önemlidir. Nesne bu yollarla özerkleşip kendi hayatına sahip olmaya başlar ve (eğer hayatta kalırsa) sahip olduğu özelliklere göre özneye katkılarda bulunur.

Bir başka deyişle, nesnenin hayatta kalması sayesinde özne artık nesnelerden oluşan bir dünya içinde yaşamaya başlayabilir ve böylece birçok şey kazanmaya aday hale gelir; ama bunun bedeli bilinçdışı fantezide nesne ilişkisiyle bağlantılı olarak süregiden yok etme faaliyetinin kabul edilmesiyle ödenmek zorundadır.


Tekrar edeceğim. Bu, duygusal büyüme sürecinin ilk aşamalarındaki bireyin ancak, o sırada gerçek olduğu için yok edilme, yok edildiği (yok edilebilir ve feda edilebilir olduğu) için gerçek olma süreci içinde bulunan duygu yatırılmış nesnelerin gerçekten hayatta kalması sayesinde ulaşabildiği bir konumdur.

Bu aşamaya ulaşıldıktan sonra yansıtma mekanizmaları orada olan şeyin fark edilmesi edimine yardım ederler, ama nesnenin orada olmasının nedeni onlar değildir. Bence bu, dış gerçekliği yalnızca bireyin yansıtma mekanizmaları açısından kavrama eğiliminde olan kuramdan bir kopuştur.

Özne öznel nesneyi (yansıtma malzemesini) yok etmese de, nesne nesnel olarak algılandığı, özerk olduğu ve "ortak" gerçekliğe ait olduğu sürece yıkıcılık temel bir özellik haline gelir.


Gerçeklik ilkesinin öfke ve tepkisel yıkıcılık içindeki bireyle ilgili bir şey olduğu genelde anlaşılmıştır, ama benim tezim yıkıcılığın, nesneyi kendiliğin dışına yerleştirerek, gerçekliğin oluşmasında bir rol oynadığıdır. Bunun olabilmesi için elverişli koşullar gerekir.


...özne dışsallığın kendisini bulma anlamında nesneyi yaratmaktadır; bu deneyimin nesnenin hayatta kalma kapasitesine bağlı olduğunu da eklemek gerekir. (Bu bağlamda "hayatta kalmak", "misillemede bulunmamak" anlamına gelir.) Bütün bunlar bir analiz sırasında yaşanıyorsa, o zaman analist, analiz tekniği ve analiz ortamı hastanın yıkıcı saldırıları karşısında hayatta kalma ya da kalamama durumuna girerler. Bu yıkıcı faaliyet, hastanın analisti tümgüçlü denetim alanının dışına, yani dünyaya yerleştirme çabasıdır. Azami yıkıcılık (ve buna karşı nesnenin korunmasızlığı) deneyimi yaşanmaksızın özne analisti hiçbir zaman dışarı yerleştiremez, bu yüzden de yaşadığı şey analisti kendi parçasının bir yansıması olarak kullanarak kendi kendini analiz etmekten öteye asla geçemez. Beslenme açısından da hasta o sırada sadece kendinden beslenebilir ve serpilmek için memeyi kullanamaz. Hatta hasta analiz deneyiminden hoşlanabilir bile, ama temelde değişmez.


Psikanaliz pratiğinde bu alanda ortaya derin ve olumlu değişiklikler çıkabilir. Bu değişiklikler yorum çalışmasına değil, analistin saldırılar karşısında hayatta kalmasına bağlıdırlar; bu da misilleme karşısında niteliksel bir değişim göstermeme fikrini içerir ve gerektirir. Analistin bu saldırılara tahammül etmesi çok güç olabilir, özellikle de sanrı düzeyinde ya da manipülasyon yoluyla ifade edildiklerinde analistin teknik anlamda kötü şeyler yapmasına yol açabilirler. (Ben bu tür durumlara tek önemli şeyin güvenilirlik olduğu anlarda güvenilirliğini yitirme diyorum, tıpkı hayatta kalmayı hem canlı kalma hem de misilleme niteliğinin olmayışı anlamında kullanmam gibi.)


..Genellikle analist aktarımdaki ödülünü, sahne gerisinde duran bilinçdışı yıkıcılıkla pekiştirilmiş olan sevgi biçiminde alır.


...Ama hangi evrede olursa olsun bebek memeye (yansıtma alanının dışında) dışsal bir konum tanımaya başladığında, memenin yok edilmesi bir özellik haline gelmiş demektir. Gerçek yok etme itkisini kastediyorum. Annenin yaptığı önemli işlerden biri, bebeği ileride sık sık karşılayacağı bir şeyin, yani nesnenin saldırı sonrası hayatta kalmasının ilk örneğiyle tanıştırmaktır. Çocuğun gelişim süreci içindeki doğru an bu andır; çünkü çocuk görece zayıftır, bu yüzden de nesnenin saldırıdan sonra hayatta kalması oldukça kolaydır. Yine de ustalık isteyen bir iştir bu; annenin bebek kendisini ısırdığında ve canını yaktığında ahlakçı tepkiler vermesi çok kolaydır. Tabii ki bu "meme" lafları işin jargon kısmı. Burada gelişme ve yönetme alanının tamamı söz konusu ve bu alanda annenin çocuğun ihtiyaçlarına uyum göstermesi bağımlılıkla bağlantılı bir şey.


Her ne kadar yıkım sözcüğünü kullanıyorsam da, bu gerçek yıkımın nesnenin hayatta kalmayı başaramamasından kaynaklandığı görülecektir. Bu başarısızlık olmaksızın, yıkım potansiyel halde kalır. "Yıkım" sözcüğüne, bebeğin yok etme itkisi yüzünden değil, nesnenin hayatta kalmamaya eğilimli olması (bu aynı zamanda nitelik ve tavır açısından değişmesi anlamına da gelir) yüzünden ihtiyaç duyulur.


Kalıtımla geçen diğer her şey nasıl bireylere göre değişiyorsa, şüphesiz doğuştan gelen saldırganlık da nicel açıdan değişiklikler gösteriyor olmalıdır. Buna karşılık, çeşitli yeni doğmuş bebeklerin deneyimlerinde, bu çok güç evreden onları geçiren biri olup olmadığına bağlı olarak ortaya çıkan farklılıklardan kaynaklanan değişiklikler çok büyüktür.


Ortadoks kuramda her zaman, saldırganlığın gerçeklik ilkesiyle karşılaşmaya tepki olarak ortaya çıktığı varsayılırken, burada dışsallık niteliğini yaratan şey yıkıcı dürtüdür.


Şimdi bir an ilişkiler hiyerarşisi içinde bu saldırı ve hayatta kalmanın tam olarak nerede olduğuna bakalım. Ortadan kaldırma bundan daha ilkel bir şeydir ve çok farklıdır. Ortadan kaldırma "umut yok" demektir; koşullama refleksini tamamlayan hiçbir sonuç olmadığı için nesneye yapılan yatırım zamanla zayıflayıp yok olur. Öte yandan, gerçeklik ilkesiyle karşılaşmanın ürünü olan öfkeli saldırı daha karmaşık bir kavramdır ve benim burada varsaydığım yıkıcılıktan daha ilerki bir tarihte ortaya çıkar. Benim söz ettiğim nesne yıkımında öfke yoktur, aksine nesnenin hayatta kalmasından duyulan bir sevinç olduğu söylenebilir. Bu andan itibaren ya da bu evre sonucunda nesne fantezide her zaman yok edilir. Bu "her zaman yok edilme" niteliği hayatta kalan nesnenin gerçekliğinin hissedilmesine yol açar, duygu tonunu güçlendirir ve nesne sürekliliğine katkıda bulunur. Nesne artık kullanılabilmektedir.


..."Kullanma" derken "sömürü"yü kastetmiyorum. Biz analist olarak kullanılmanın nasıl bir şey olduğunu biliriz; bu da, isterse yıllarca sonra olsun tedavinin sonunu görebildiğimiz anlamına gelir. Hastalarımızın çoğu bize bu sorunları çoktan halletmiş olarak gelirler; yani nesneleri kullanabilmektedirler ve tıpkı daha önce ana babalarını, kardeşlerini ve evlerini kullanmış oldukları gibi bizi ve analizi kullanabilmektedirler. Ama bizi kullanma kapasitesini kendilerine verebilmemize ihtiyaç duyan birçok hasta vardır. Onlar için analizin görevi budur. Bu tür hastların ihtiyaçlarını karşılarken, burada hastaların yıkıcılığı karşısında hayatta kalmamız hakkında söylediğim şeyleri bilmemiz gerekir. Ya bilinçdışında analistin yok edildiği bir sahne arkası hazırlanır ve biz buna rağmen hayatta kalırız ya da bitmek bilmeyen o analizlerden biriyle karşı karşıya kalırız.


..Ben burada nesneyi kullanma kapasitesinin nesnelerle ilişki kurma kapasitesinden neden daha karmaşık olduğunu tartışmaya sunuyorum. Öznel bir nesneyle de ilişki kurulabilir, ama kullanım nesnenin dış gerçekliğin bir parçası olduğunu ima eder.


Şöyle bir silsile gözlemlenebilir: 1- Özne nesneyle ilişki kurar. 2- Nesne özne tarafından dünyaya yerleştirilmek yerine keşfedilme süreci içindedir. 3-Özne nesneyi yok eder. 4- Nesne yıkıcılığa rağmen hayatta kalır 5- Özne nesneyi kullanabilmektedir.


Nesne her zaman yok edilmektedir. Bu yıkıcılık gerçek bir nesneyi, yani öznenin tümgüçlü denetim alanı dışındaki nesneyi sevmenin bilinçdışındaki sahne arkası haline gelir.


Bu sorunun incelenmesi yıkıcılığın pozitif bir değeri olduğunu belirtmeyi gerektirir. Bu yıkıcılık ve nesnenin buna rağmen hayatta kalması nesneyi, öznenin yansıtmaya dayanan zihinsel mekanizmalarının kurduğu nesneler alanının dışına yerleştirir. Bu şekilde öznenin kullanabileceği, özneye ben dışı malzemeyle geri besleme yapabilen bir ortak gerçeklik dünyası yaratılır.


Özgünlük ile yaratıcılığın temeli olarak geleneğin kabul edilmesi arasındaki etkileşim, ayrılık ile birlik arasındaki etkileşimin bir başka (ve çok heyecan verici) örneğiymiş gibi görünüyor.

(...Tekrarlayayım: İnsan yavrusu derinleşmesini sağlayacak olgunluğa ulaşabilmek için ilk deneyimlerinden belli ölçüde uzaklaşmak zorundadır.)

Bu kuram, psikonevrozun nedenleri ya da psikonevrotik hastaların tedavisi konusunda inandığımız şeyleri değiştirmediği gibi, Freud'un yapısal zihin kuramıyla (ben, id ve üstben) da çatışmaz. Ama "hayat nedir?" sorusuyla ilgili görüşümüzü değiştirir. Hastanızı iyileştirebilir, ama onun yaşamaya devam etmesini sağlayan şeyin ne olduğunu bilmeyebilirsiniz. Psikonevrotik bir hastalığın olmayışının sağlık anlamına gelebilse de hayat demek olmadığını açık açık kabul etmemiz çok önemli. Sürekli olarak yaşama ile yaşamama arasında gidip gelen psikotik hastalar bizi, aslında sadece psikonevrotiklere değil bütün insanlara ait olan bu sorunla yüzleşmeye zorlarlar. Ben, şizoid ya da sınır durumdaki hastalar için bir ölüm kalım meselesi olan bu olguların kültürel deneyimlerimizde de ortaya çıktığını iddia ediyorum. İnsanoğlunda kişisel varoluşu aşan sürekliliği sağlayan şey işte bu kültürel deneyimlerdir. Kültürel deneyimlerle oyun, henüz kurallı oyunlardan söz edildiğini duymamışların oyunu arasında dolaysız bir bağlantı olduğunu varsayıyorum.


Öyleyse bu bölümde anlatılanlar göz önünde bulundurulduğunda ilk yapılması gereken şey, her oğlan ya da kız çocuğunun gelişiminin ilk evresindeki bebek-anne ve bebek-ebeveyn ilişkisinin korunmasıdır; böylece potansiyel mekan oluşabilir ve çocuk duyduğu güven sayesinde bu mekan içinde yaratıcı bir biçimde oyun oynayabilir.

İkinci olarak yapılması gereken şey ise, her yaştan çocuğun bakımını üstlenenlerin çocuğu kapasitesine, duygusal yaşına ve içinde bulunduğu gelişme evresine göre kültürel mirasın uygun öğeleriyle ilişkiye sokmaya hazır olmalarıdır.

Demek ki insan yaşamının sürdüğü üçüncü bir alan, ne bireyin içinde ne de dışarıdaki ortak gerçeklik dünyasında bulunan bir alanın var olduğunu düşünmekte fayda var. Bu ara yaşam biçiminin bebek ile anne arasında bir mesafe ve ayrılık olduğu düşüncesini ve bu olgudan kaynaklanan bütün her şeyi olumsuzlayan bir potansiyel mekanı işgal ettiği düşünülebilir. Bu potansiyel mekan bireyden bireye büyük değişiklikler gösterir ve temelinde, bebeğin ben olmayanın ben'den ayrıldığı kritik aşamada, özerk bir kendiliğin oluşumu daha henüz başlangıç aşamasındayken yeterince uzun bir süre deneyimlenmiş olan anneye duyduğu güven yatar.


Bebeğin ve çocuğun kendisini önce annenin yüzünde, sonra da aynada görmesi hakkında söylediklerimiz analize ve psikoterapinin görevine farklı bir biçimde bakmanın yolunu sunuyor. Psikoterapi zekice ve uygun yorumlar yapmak değildir; genellikle hastaya kendisinin getirdiğini uzun vadede geri vermektir. Görülecek şeyi yansıtan yüzün karmaşık bir türevidir. Yaptığım çalışmayı böyle görmek, bunu yeterince iyi yapabilirsem hastanın kendini bulacağını, var olabileceğini ve kendini gerçek hissedebileceğini düşünmek hoşuma gidiyor. Kendini gerçek hissetmek var olmaktan öte bir şeydir; insanın kendisi olarak var olmanın, nesnelerle kendi olarak ilişki kurmanın ve gevşemek için geri çekilebileceği bir kendiliğe sahip olmanın bir yolunu bulmasıdır.


Ama hastanın getirdiğini yansıtma görevinin kolay olduğu gibi bir izlenim vermek istemem. Kolay olmadığı gibi insanı duygusal açıdan tüketen bir görevdir bu. Ama bizim de aldığımız ödüller vardır. Hastalarımız iyileşmedikleri zaman bile onları oldukları gibi gördüğümüz için bize şükran duyarlar ki bu da bize çok derin bir tatmin verir.


Annenin bebeğe bebeğin kendisini geri verme rolü dediğim şey, çocuk-aile ilişkisi açısından da önemlidir. Çocuk büyüdükçe, olgunlaşma süreçleri karmaşıklaşıp özdeşleşmeler çoğaldıkça, çocuğun anneyle babanın yüzlerinden ve kendisiyle ebeveynlik ve kardeşlik ilişkisi içinde bulunan diğer insanların yüzlerinden kendini geri almaya yönelik bağımlılığı giderek azalır doğal olarak (Winnicott, 1960a). Yine de, ailenin zarar görmeden varlığını sürdürdüğü ve belli bir süre boyunca çocuk için devamlı bir ilgi kaynağı olduğu zamanlarda, aile üyelerinin tutumlarında ya da bir bütün olarak ailenin tutumunda kendini görebilmek her çocuk için yararlıdır. Evdeki gerçek aynaları o çocuğun ebeveynlerini ve başkalarını kendilerine bakarken görme konusunda yakaladığı fırsatları da bütün bunlara ekleyebiliriz.


Ergenlik fikirlerini çocukluk fikirleriyle karşılaştırmak yararlı olacaktır. Eğer büyümenin başlarındaki fantezide ölüm varsa, ergenlikteki fantezide de cinayet vardır.,..büyümek anne babanın yerini almak anlamına gelir. Gerçekten de bu anlama gelir. Bilinçdışı fantezide büyümek tabiatı gereği saldırgan bir edimdir. Çocuk da artık bir çocuk bedeninde değildir.


Oğlanların ve kızların bu büyüme evresini, ille de evde isyan etmeden, gerçek ebeveynleriyle sürekli bir uyum ortamı içinde geçebileceklerini biliyorum şüphesiz. Ama isyanın, sizin onu kendi başına var olacak şekilde yetiştirerek çocuğunuza verdiğiniz özgürlükten kaynaklandığını hatırlamak akıllıca olacaktır. Bazı durumlarda "Bir bebek ekip bir bomba biçtiğiniz" söylenebilir. Aslında bu her zaman doğrudur, ama her zaman böyle görünmez.


Erinlik çağındaki ve ergenlikteki büyümeye ait bütüncül bilinçdışı fantezide birinin ölümü söz konusudur. Oyunda, yerdeğiştirmeler yoluyla ve çapraz özdeşleşmeler sayesinde birçok şey yapılabilir; ama ergen bireyin psikoterapisinde (burada bir psikoterapist olarak konuşuyorum) ölümün ve kişisel zafer kazanmanın, olgunlaşma sürecinin ve yetişkin statüsüne ulaşmanın tabiatında bulunan bir şey olduğu görülecektir. Bu, ebeveynlerin ve velilerin işini epeyce zorlaştırır. Ama emin olun, bu hayati önem taşıyan evrede olgunlaşmanın bir parçası olan cinayete ve zafere çekine çekine yaklaşan ergenlerin kendilerinin işlerini de epeyce zorlaştırır. Bilinçdışı tema bir intihar itkisi ya da gerçek bir intihar olarak tezahür edebilir. Ebeveynlerin burada pek az yardımı olabilir; yapabilecekleri en iyi şey hayatta kalmaktır; parçalanmadan, renk değiştirmeden, önemli ilkelerinden vazgeçmeden hayatta kalmak. Bu onların kendilerinin de büyüyemeyeceği anlamına gelmez.


Ergenlerin bir kısmı zarar görürken, bir kısmı da cinsellik ve evlilik açısından bir tür olgunluğa ulaşacak, belki de kendi ana babaları gibi ana baba olacaklardır. Bu olabilir. Ama arkalarda bir yerde bir ölüm-kalım mücadelesi verilmektedir. Göğüs göğüse çarpışmaktan fazla kolaycı bir biçimde kaçınılır, bunda da başarılı olunursa durum gerçek zenginliğini sergilemeyecektir.


Bu da beni esas konuma, ergenin olgunlaşmamışlığı dediğim zor konuya getiriyor. Olgun yetişkinler bunu bilmeli ve kendi olgunluklarına tam bu noktada inanmalıdırlar.

Bu konuyu yanlış anlaşılmadan dile getirmenin güç olduğu takdir edilecektir, çünkü olgunlaşmamışlıktan söz etmek kolayca bir aşağılama olarak algılanabilir. Ama benim niyetim bu değil.

Herhangi bir yaştaki (mesela altı yaşındaki) bir çocuğun aniden, belki de ebeveynlerinden birinin ölümü ya da ailenin dağılması yüzünden sorumlu biri olması gerekebilir. Bu çocuğun vaktinden önce yaşlanması ve kendiliğindenliğini, oyun oynama hevesini ve kaygısız yaratıcı itkisini yitirmesi gerekir. Bir ergen bu konuma daha sık gelir, kendini birdenbire oy verme zorunluluğuyla ya da bir üniversiteye gitme sorumluluğuyla karşı karşıya bulur. Şüphesiz koşullar değişirse (mesela hastalanır yada ölürseniz veya mali sıkıntıya girerseniz) elinizden oğlunuzu ya da kızınızı daha zamanı gelmeden sorumluluk almaya davet etmekten başka bir şey gelmez; daha küçük çocukların bakımı ya da eğitimi ve bir geçim sıkıntısı söz konusu olabilir. Ama yetişkin, ilkesel bir karar gereği sorumluluğu devrediyorlarsa işler değişir; bunu yaparak çok kritik bir anda çocuklarınızı hayal kırıklığına uğratıyor olabilirsiniz. Oyunun, ya da hayat oyununun terimleri açısından onlar tam sizi öldürecekken siz tahtınızdan feragat ediyorsunuz demektir. Bu kimi mutlu eder? Artık kendisi düzen olan ergenin bundan mutlu olduğu kesinlikle söylenemez. Her tür yaratıcı faaliyet, olgunlaşmamışlığa özgü her türlü çabalama ortadan kalkmıştır. İsyanın artık anlamı yoktur ve oyunu vaktinden önce kazanan ergen kendi tuzağına yakalanır; diktatör olması gerekir, öldürülmeyi - kendi çocuklarının oluşturacağı yeni kuşak tarafından değil, kardeşler tarafından öldürülmeyi-beklemesi gerekir. Doğal olarak, onları kontrol altında tutmanın yollarını arar.


Ergen olgunlaşmamıştır. Olgunlaşmamışlık, ergenlikte sağlığın temel bir unsurudur. Olgunlaşmamışlığın tek tedavisi vardır, o da zamandır, zamanla büyüyerek olgunlaşmaktır.

Olgunlaşmamışlık ergenlik sahnesinin kıymetli bir parçasıdır. Yaratıcı düşüncenin en heyecan verici özellikleri, yeni ve taze duygular, yeni yaşam fikirleri burada barınır. Toplumun sorumluluk almamış kişilerin özlemleri tarafından sarsılmaya ihtiyacı vardır. Yetişkinler tahtlarından feragat ederlerse, ergen vaktinden önce ve yanlış bir süreç yoluyla yetişkin haline gelir. Topluma şu tavsiyede bulunulabilir belki: Ergenlerin ve olgunlaşmamışlıklarının iyiliği için, kendileri her ne kadar bunun için savaşıyor olsalar da, onlara henüz kendilerine ait olmayan sorumluluklar yükleyerek sahte bir olgunluk kazanmalarına izin vermeyin.


Yetişkinin tahtından feragat etmemesi koşuluyla, ergenlerin kendilerini bulma ve kendi kaderlerini belirleme çabalarını etrafta görebileceğimiz en heyecan verici şey olarak düşünmemiz mümkün. Ergenin ideal toplum düşüncesi heyecan berici ve uyarıcı bir düşüncedir, ama ergenliğin esası olgunlaşmamışlığı ve sorumlu olmayışıdır. En kutsal unsuru olan bu unsur yalnızca birkaç yıl sürer; olgunluğa ulaşıldıkça her bireyin yitirmek zorunda olduğu bir özelliktir bu.


Kendime sürekli olarak, toplumun devamlı taşıdığı şeyin şu ya da bu ergen değil, ergenlik durumu olduğunu hatırlatıyorum. Çünkü ergen birkaç yıl içinde maalesef bir yetişkin haline gelir ve çok kısa bir süre sonra bir tür çerçeveyle özdeşleşir; içinde yeni bebeklerin, yeni çocukların ve yeni ergenlerin serbestçe hayaller, düşler kruacağı, yeni dünya tasarıları yapacağı bir çerçevedir bu.


Zafer duygusu, büyüme süreci yoluyla olgunluğa bu şekilde ulaşmanın ürünüdür. Yoksa yanıltıcı bir biçimde yetişkin rolü oynamaya dayanan sahte olgunluğun ürünü değil. Bu önerme, korkunç olguları gizliyor içinde.


Bir oğlan ya da kız ancak zamanla ve yaşama deneyimi kazanarak kişisel fantezi dünyasında olup biten her şeyin sorumluluğunu yavaş yavaş kabul eder. Bu sırada saldırganlığın intihar biçiminde tezahür etmesi yönünde güçlü bir eğilim vardır; ya da saldırganlık bir zulüm görme arayışı biçiminde ortaya çıkar ki bu da aslında zulmeden sanrı sisteminin deliliğinden kurtulma çabasıdır. Sanrı düzeyinde zulmedilme beklentisi olduğunda, delilikten ve sanrıdan uzaklaşmak için onu tahrik etme eğilimi ortaya çıkar. Gelişmiş bir sanrı sistemi olan, psikiyatrik anlamda hasta bir oğlan (ya da kız) bir dizi düşünceyi arka arkaya ateşleyip tahrik edilmiş zulme dayalı olaylara yol açabilir. Zulmeden konumunun nefis basitleştiriciliğine bir kere ulaşıldığında mantığın hükmü geçmez olur.


Ama bireyin hissettiği bütün gerginliklerin içinde en güçlü olanı bilinçdışı cinsellik fantezisinden ve cinsel nesne seçimiyle bağlantılandırılan rekabetten kaynaklanır.


Ergen ya da hala büyüme sürecinde olan oğlan ve kız, dünya sahnesinin sunduğu acımasızlık ve ıstırabın, öldürme ve öldürülmenin sorumluluğunu üstlenebilecek durumda değildir henüz. Bu, bu evrendeki bireyi kişisel gizli saldırganlığa, yani intihara (var olan ya da düşünülebilecek her türlü kötülüğün sorumluluğunun patolojik biçimde kabul edilmesine) karşı aşırı tepki göstermekten kurtarır. Anlaşılan ergenin gizil suçluluk duygusu korkunç boyutlardadır; bireyde kendisi içinde iyi ve kötü dengesini, sevgiyle birlikte giden nefret ve yıkıcılığı keşfetme kapasitesinin gelişmesi yıllar alır. Bu anlamda olgunluk hayatın sonraki dönemlerine ait bir şeydir ve ergenden bir sonraki aşamanın (yirmili yaşların) ötesini görmesi beklenemez.


Ergen, kendi içinde güvenilirlik taşıması gereken bir projeye katılmaktan ne gibi bir tatmin alınabileceğini henüz bilemez. Ergenin bu işin, yaptığı toplumsal katkı sayesinde, (nesne ilişkisiyle ve sevgiyle sıkı sıkıya bağlantılı olan bilinçdışı saldırgan dürtülerden kaynaklanan) kişisel suçluluk duygusunu ne kadar azalttığını, dolayısıyla da insanın içindeki korkuyu ve intihar itkisini ya da kaza yapma eğilimini azaltmaya nasıl yardımcı olduğunu bilmesi mümkün değildir.


Ergen kız ve erkeklerdeki heyecan verici şeylerden birinin de idealizmleri olduğu söylenebilir. Henüz hayal kırıklığı yaşamamışlardır, dolayısıyla da ideal planlar yapmakta özgürdürler. Örneğin sanat öğrenimi gören öğrenciler sanatın iyi öğretilebileceğini düşünür ve feryat figan iyi bir sanat öğretimi görmek isteler. Neden olmasın ki? Hesaba katmadıkları şey, sanatı iyi öğretebilecek çok az insan olduğudur. Ya da kimi öğrenciler fiziksel kolulların berbat durumda olduğunu ve iyileştirilebileceğini görür, bağırmaya başlarlar. Gerekli parayı bulmak başkalarının işidir. "Ne olacak ki" derler, "savunmaya harcağımız parayı yeni üniversiteler açmak için kullanın!" Uzun vadeli bir bakış açısı geliştirmek, otuz kırk yıl yaşayıp yaşlanmaya başlamış kişilere çok doğal gelse de ergene göre bir şey değildir.


..ergenliğin büyük ölçüde fiziksel erinliğe dayansa da ondan öte bir şey olduğudur. Ergenlik büyümeyi ima eder ve büyüme zaman alan bir şeydir. Ergen büyümesini sürdürürken sorumluluk ebeveyn figürleri tarafından üstlenilmelidir. Eğer ebeveyn figürleri tahtlarından feragat ederlerse, o zaman ergenler sahte bir olgunluğa atlayıp en büyük varlıklarını, yani fikirler geliştirip itkilerine göre davranma özgürlüklerini yitirmek zorunda kalırlar.


Özetle, ergenlerin seslerini duyurmaya ve aktifleşmeye başlamaları heyecan vericidir, ama bugün varlığını bütün dünyada hissettiren ergen hareketlerine bir çatışma edimi sayesinde karşılık verilmesi ve gerçeklik kazandırılması gerekir. Çatışma kişisel düzeyde olmalıdır. Ergenlerin bir hayat sahibi olmaları, hayat dolu olabilmeleri için yetişkinlere gerek vardır. Çatışma, misilleme ya da intikam niteliği içermeyen ama kendine ait bir gücü olan bir tür sınırlamadır. Günümüzdeki öğrenci huzursuzluğunun ve bu huzursuzluğun açık ifadelerinin kısmen, bebek ve çocuk bakımı konusunda ulaşmış olmaktan gurur duyduğumuz tavrın bir ürünü olduğunu hatırlatmakta yarar var. Bırakalım gençler toplumu değiştirsin ve yetişkinlere dünyayı yeni bir gözle görmeyi öğretsinler; ama büyüyen bir kız ya da oğlan meydan okuduğu zaman bir yetişkin de bu meydan okumaya karşılık versin. Bu karşılığın ille de hoş olması gerekmez.


Kavram-algı arasındaki bu mesafe bize inceleyebileceğimiz zengin bir malzeme sunuyor. Ben burada, çözmeye çalışmadan kabul etmemiz gereken temel bir paradoks olduğunu varsayıyorum. Her bebeğin bakımında, belli bir dönem boyunca, kavram için merkezi önemde olan bu paradoksa tekrar tekrar imkan tanınması gerekir.


Ek Not 1969

Bu raporun yazılmasından sonra geçen on yıl içinde bu çocuğun hastalığından kurtulamadığı sonucuna vardım. Çocuğun annenin depresif hastalığıyla olan bağı varlığını korudu, bu yüzden de çocuğun sürekli evine dönmesinin önüne geçilemedi. Anneden uzak olsaydı kişisel tedavi görebilirdi, ama evde bunu yapmak mümkün değildi. Evde ilk görüşme sırasında çoktan yerleşmiş olan davranış kalıbını korumuştu.

Ergenlik çağına geldiğinde oğlanda yeni bağımlılıklar, özellikle de uyuşturucu bağımlılığı ortaya çıktı; evden aynlamadığı için okula da gidemiyordu. Onu annesinden uzaklaştırma yolundaki bütün çabalar sonuçsuz kaldı, çünkü her defasında kaçıp eve dönüyordu. Sonunda çocuk kimseyi memnun edemeyen bir genç olup çıktı; hiçbir şey yapmıyor, zamanım ve zihinsel potansiyelini (yukarıda belirtildiği gibi IQ'su 108'di) boşa harcıyordu. Şimdi sorulacak soru şu: Bu uyuşturucu bağımlılığı vakasını inceleyen bir araştırmacı geçiş olguları alanında ortaya çıkan psikopatoloj iye gereken önemi verecek midir?


Konu ile ilgili olabilecek hikaye: Kadife Tavşan


TR:


EN:


36 views0 comments

Recent Posts

See All
bottom of page