Kaybedilen varlığın imgesi silinmemelidir; aksine yas tutan kişinin kaybettiğine beslediği sevgiyle yeni seçilene duyacağı sevgiyi birlikte yaşatmayı başardığı ana kadar bu imge baskın olmalıdır. Eskiye ve yeniye beslenen sevginin birlikte var oluşu bilinçdışına yerleşirken yasın özünün güdümlendiğinden emin olabiliriz.
Yeni gelen için duyulan sevginin, kaybedilene duyulan sevgiyi asla yok etmeyeceğinin yas tutan kişi tarafından sonunda kabul edilmesiyle acının hafifleyebileceği görüşüne dayanan yas anlayışımın özünü, hiç düşünmeden ve bu kadar az sözle ifade edebilmiş olmam beni şaşırtmıştı. Böylece, Clemence için, doğabilecek yeni çocuk, bugün ölü olan ağabeyinin yerini hiçbir zaman almayacaktı ve aynı zamanda Laurent hep yeri doldurulamayan ilk çocuk olarak kalacaktı.
Kendi içinde bir gerçeklik, acımasız, düşmanca ve yabancı bir duygu olan acıya simgesel bir değer yüklemek sonuçta acıyı dayanılır kılan tek terapi yolu olarak kalır. Psikanalist de hastasının sindirilemeyen acısını karşılayan ve bu acıyı sembolleştirilmiş bir acı haline getiren aracıdır.
Annesini çok genç yaşta kaybeden ve tamamlanmayan bir yasın ıstırabını çeken analiz hastalarımdan biri bana “Onun bir parçası bende umutsuzca yaşıyor ve benim de bir parçam onunla öldü” demişti.
Acı veren şey sevilen kişiyi yitirmek değil, onu geri dönüşü olmaksızın kaybettiğimizi bildiğimiz halde her zamankinden çok daha fazla sevmektir.
Beni uç zevklerden alıkoyan ve bana katlanılabilir bir tatminsizlik sağlayan bu canlı engel, benim mutlak zevki hayal etmeme o kadar da çok engel olmaz. Aksine seçilmiş, benim düşlerimi besler, beni hayal etmeye iter ve benim hayalimi gerçekleştirmemi yasaklar.
Sevilen ötekiye göre beslediğim düşlem öylesine istilacı ve özeldir ki beni yeni seçilenlerle yeni bağlar kurmaktan, yani yeni düşlemler yaratmaktan alıkoyar. İstilacı düşlemin bir örneği, babasına derinden bağlanmış olduğundan sabit bir düşlem kuran ve bu yüzden başka bir erkekle yeni bir sevgi bağı kuramayan şu genç kadındır. Bir başka istilacı düşlem örneği de bizi küçük düşüren sevgiliyi görünce içimizden söküp atamadığımız kindir. Sevgili artık sevilen değil, nefret edilen partner durumunu almıştır.
Ölen sevgilinin yerini hiç kimsenin tutamayacağının “düşünüldüğünü” söylüyorum, onun gerçekten öyle olduğunu değil. Ona, hayattayken de ölümünün hemen ardında da eşsiz olma gücünü veren biziz. O hayattayken, onun bizim tek seçilmişimiz olduğu yönündeki örtük inancımız bizi yönlendirir. Ortadan kaybolursa, bu inanç açığa çıkar ve acı veren kesin bir inanç halini alır. Bir başkası asla onun yerini alamayacak. Ne var ki zaman geçtikçe, yas tamamlanınca bir başkasının gelip sevilenimizin yerini işgal edeceği doğrudur.
Kaybın gerçekliğini inkâr eden karasevda ve bunun aksine bunu kabullenen mantıklı tevekkül; işte bunlar ben’i parçalayan ve acıyı doğuran iki uç durumdur. Psişik acı basit bir denklemle özetlenebilir: Artık dışarıda var olmayan bir varlık için içeride beslediğimiz aşırı büyük bir aşk.
Böylece yas, kaybolanı başka türlü sevmek için ona yönelik yavaş ve zahmetli bir aşkın kesilmesi sürecidir. Şu konuda anlaşalım. Yas tutan, yasla birlikte ne ölen kişiyi unutur ne de onu sevmeyi bırakır; sadece ani kayba tepkili ve aşırı olan bir bağlılığı hafifletir. Bu nedenle, “Yas tutmak, kaybolanı başka şekilde, onun canlı varlığını uyarmadan sevmeyi öğrenmektir.” diyeceğiz.
Nostalji, aşk, acı ve zevkin bir karışımıdır: Sevilenin yokluğundan acı çekerim ve ona acımı sunmaktan zevk alırım.
Acı da verse, sevgilimizin hatırası bir saygı ifadesi gibi acımızı kaybedilene sunma zevkini doğurabilir. Burada aşk, acı ve zevk birbirine karışmıştır. Kaybedileni sevmeye devam etmek kesinlikle ıstırap verir; ancak bu ıstırap da bize onu yeniden yaşattığı için hafifler.
Acı üzerine güncel olan hangi kitabı açarsanız açın, şunu göreceksiniz: Acı iyi bir şey değildir; acıyı yok etmeye çalışalım, ortadan kaldırmaya çalışalım, vb. Bu yaklaşımların bütün bir geleneğe, biraz dini ve ahlaki tarafı olan ve “İyi ya da olgun bir insan olmak istiyorsak, acı çekmemiz gerekir” görüşünü savunan ideolojiye tepki olarak geliştirilmesini anlıyorum. Bu benim tutumum değil. Ama bu tutumu eleştirirken, geçirdiğimiz sınavların, bunlar gerçek sınavlar olduğundan, kaçınılmaz bir şekilde acı veren sınavlar olduğunu gözden kaçırmamızı istemiyorum. Acının, geçirdiğimiz deneyimin bir sınama olduğuna dair bir işaret olduğunu söyleyebilirim. İkinci olarak, inanıyorum ki acı veren bu sınav süreci öznede etkin bir şekilde, olgunlaşma olarak adlandırabileceğimiz bir çeşit yeniden düzenlenme yaratıyor.
Travma, içselleştirmem için çok fazla şiddetli olan uyarılmadır. Parmaklarımızı kütlettiğimizde çıkan sesi kulaklarımız, dikkatimiz ve psişik dünyamız kolaylıkla içselleştirir. Hâlbuki bir bomba patlasa bu bizi aşar, bu sesi artık içselleştiremeyiz, ne sesi ne de olayı özümleyebiliriz.
Bilinçdışı nedir? Buna ben şu şekilde yanıt veririm: Bilinçdışı bizde olan ama bizimle uzlaşmayan bir şeydir. Bizdedir; ama her zaman bizimle uzlaşmaz. Freud uzlaşılmaz temsillerden, içselleştirilemeyen unsurlardan bahseder. Freudyen metinleri ele alır ve kişisel deneyiminizi düşünürseniz, bilinçdışı olanın, sonucunu önemsemediğimiz eylemlerimizle kendini ifade eden şeyin, bu bilinçdışının bizim içimizde bize yabancı olduğunu, bizde barınan, bizimle birlikte yaşayan ama sonuçta içselleştirmediğimiz bir yabancı gibi olduğunu fark edeceksiniz. Metapsikolojik açıdan, "ben ve o"nun varlığından bahsederiz. "Ben", bizim olduğumuz şeydir; "o", "ben"de sindirilemeyendir. Freud "ben"le asla bütünleşmeyen "o"dan bahseder. İşte travma geçiren “ben”in durumu budur. “Ben”in yoğun enerji girişini özümleyememesi ne anlama gelir? Ben bu durum karşısında ne yapacak? Oraya şöyle bir olay çıkacak: “Ben”, çok az kalan gücüyle enerji girişini, açılan yarayı küçültmek ve belki de savunma için bir çeşit koruyucu engel oluşturmak, onu güçlendirmek üzere kırıp geçilen sınırlara yatırım yaparak bu enerji girişine karşı koymak ister. Ben’in bu savunma hareketine, karşı yatırım adı verilir. Yani “ben” ne yapmaya çalışmaktadır? Bunu söylediğimde bu size çok bayağı gelecek. “Ben” açılan yarığı kapatmak, enerji akını engellemek, durdurmak ister gibi kendi kendini iyileştirmeye çalışıyor, tıpkı bir köpeğin, yalnız bir hayvanın yarasını iyileştirmeye, yalamaya çalıştığı gibi. Bu bir karşı yatırım, bir çeşit kendi kendini iyileştirme yöntemidir.
Şimdi, hakkında bir dizi tanım vermeye çalışarak psişik acının açıklamasında ilerlemem gerekiyor. Yaklaşık beş, altı tanımı var. Şimdiden size bu tanımların en sonuncusunu söyleyebilirim: Adeta kendiyle tamamen birleşik, bütün olmuş, uyumlu bir maddeden ona ait lifler kopartıyormuşsunuz gibi bir çekiştirmedir. Psişik acı, içe ait liflerin yırtılması, doğal olarak, kendiliğinden hep bir arada yaşaması gerekenlerin ayrışmasıdır.
Bu hasta için önemli olan travmatik sahneyi kendi kendine temsil edebilmek ve o an yapamadığını yapmak, tamamlanmamış şeyi tamamlamaktır. Tıpkı şu tecavüze uğrayan kadın gibi; tecavüz sahnesine sanki kaygı duymak için geri dönmek istiyor. Bütün travmalarda olduğu gibi o da kaygıyı yaşayamamış, şaşkınlıkla kalakalmıştı. Size daha önce söylediğim gibi travma özümleyemediğimiz ölçüsü olmayan bir etkidir. Hâlbuki kaygı iyi bir özümleme yolu, iyi bir bütünleştirici, dış dünya, öteki ve bizim aramızda iyi bir aracıdır. Kaygı iyi bir özümleme süzgecidir. Olay sırasında ortada kaygı olmadığından kaygı yaşamak için olayın tasarımı kullanılır. Ama söylemek yeterli olmaz, yas tutmak için travmayı temsil etmek, adlandırmak, incelemek, üzerinde düşünmek, ondan bahsetmek gerekir. Travmadan bahsederken, ona isim koyarken, onu temsil ederken aynı zamanda kaygı da yaşayabilirim.
Yas, kopan şeyi kaynaştırma işi değildir. Hayır, yas, artık burada olmayanın burada olan ötekiyle uyum halinde olmasını ve ortadan kaybolanı unutmadan, onun yerini dolduran ötekini eskisinin yerine bir anda koyabilmem için bir çabadır. Demek ki yas kaybedilen ötekinin imgesini korumaktan, bu imge onun canlı bedenine ihtiyaç duymasın diye ona yatırım yapmaktan oluşan iştir.
Hasta bastırır ve bu bastırılan analiste geri döner
O zaman, yas nedir? Öleni, onun artık bizim dünyamızda olmadığını kabullenerek canlı tutmaktır. Bu kabullenme, bu çaba bir anda gerçekleşmiyor, zaman gerekiyor bu yüzden buna yas çalışması deniyor. Çalışma nedir? Her gün “O yok” ve aynı zamanda “O ben’im içimde” demektir. Burada yardımcı olan şey ritüeldir.
Çok sevdiğimiz ya da hayran olduğumuz kişinin kaybedilmesi hakkında tutulan yas yabancı birine o kadar doğal görünür ki, bu kaybın apaçık ortada olduğunu söyler. Ama ( ... ] yas büyük bir bilmecedir [ . . . ]. Acının en son noktası sınırsız zevk almaktır: Acı, tatmin olmamanın acısı değil, tam aksine ölçüsüz bir tatmine teslim olmanın acısıdır. Bastırmayla sınırlandırılan itkilerin tatminsizliği aslında bu itkilerin sıkıdenetim tarafından engellenmedikleri takdirde elde edecekleri mutlak tatmine göre daha az acı verir. Bastırma sıkıdenetimi olmasa sınırsız zevkin en son acısını yaşarız. Böylelikle bastırma, varlığın parçalanmasının varsayımsal acısına karşı bizi korur. Freud'un yazdıklarının bu yorumu Lacancı terimlerle şu şekilde açıklanabilir: Acı Öteki'nin zevk nesnesidir.
Comments